Beyoğlu 19. yüzyılda yerleşim yeri
olmaya başlayan, uzun yıllar boyunca rıhtımı ile ülkenin dışa açılan kapısı ve
denizcilerin uğrak yeriydi. Nihayet 528 yılında uzun boylu bir gözlemci
gibi kondurulmuştu Galata Kulesi de.
İstanbul Boğazı, Haliç ve İstanbul panoramik
olarak ayak altında olunca kaçınılmaz bir uçmak hissi doluyor insana.
Bu yükseklikten bir defa İstanbul'a
bakmak sevdiğin birini kucaklamak gibidir; hani üzerinden yıllar geçse de o artık hep yaşayacak tazecik bir histir!
Kuleye birkaç apartman uzaktaki Louis
Appartements'ın terasından bakmak ise tam bir senfoni. İrili ufaklı bacalar,
saçaklara konan martılar, kulenin pencerelerinden sızan ışık, biraz
şanslıysanız çiseleyen yağmur, komşu pencereler, sokağın uğultulu nefesine karışan
sokak çalgıcısının şarkısı!
Aslında fener olarak yapılan ve
1348'de şehrin en yüksek binası olan Galata Kulesi, bir dönem savaş esirlerinin
barınağı olarak da kullanılmış. Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle Rasathane
olduğu günlerden sonra sıra 17. Yüzyılda Ahmet Çelebi'nin rüyasına gelmiş. İyi
ki gelmiş.
Çelebi, 1632’de Okmeydanı'nda rüzgarları
kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, lodoslu bir havada tahtadan yaptırdığı
kartal kanatlarını sırtına takarak bu kuleden Üsküdar-Doğancılar'a uçup
rüyasını gerçekleştirmiş ve başına türlü iş açmış.
Ona 'Bin Bilimli' anlamına
gelen 'Hezarfen' unvanı da bu uçuştan sonra verilmiş.
Hezarfen,
'çok fazla şey biliyor' başlığıyla Cezayir'e sürgün edilmiş olsa da;
Uçmuş mu uçmuştur.
Konmuş mu pekalâ konmuştur.
O, takma kanatlarla uçmayı başaran
ilk insan olma ünvanıyla Cezayir'e giderken ne düşünmüştür bilinmez ama herkeslerden
önce İstanbul'u kuşlar gibi uçup insan olarak görmüş ve dönemin alimlerine
şapka çıkarttırmıştır.
Aydınlık kapılarının tam ortasındaki
karanlık, ona ne zaman baksam sanki Hezarfen Ahmet Çelebi çıkacakmış gibi
hissetmemi sağlayan bu hikayeye sahip olmasındandır.
Sanki bir sonsuzluk kapısıdır bu!
İçine bir defa derinden bakanlar
orada Ahmet Çelebi'nin tahta kanatlarını görür.
Gördüm. Kendi rüyamın gerçekliğinde
gördüm.
Turuncu üç mum vardı masada ve en
son ne zaman mum yaktığını hatırlamadığını ağzında bir lokma gibi yuvarlayıp
öyle yaktı mumları İstanbul.
Burada, bu terasta bir Majeste'ye
hazırlanmış gibi huzurla, meltemle donatılmıştı gece. Kanatları
duruyordu Çelebi'nin! Gözümü açınca değil, kapatınca gördüğüm kanatları! Siz de
burada olsanız görürdünüz. Ama ne görmek!
Kule 1-2!
Sana sorular sormaya,
Sana cevaplar bırakmaya,
Kanat izleri duruyor mu diye
bakmaya; Ay, bir bacanın içinden geçerken, ay
kulenin batısına ilerler, uçaklar göğün sırtından süzülürken üstelik tekneler Boğaziçi
turundayken geldim.
Yaşama 'Başkalık, Deha ve İncelik' katanlara
adanmış bir yazının içinden selamlayarak seni, kıta aşırı uçuşundan Üsküdar'a
konuşundan yıllar yıllar sonra anmaya; Hezarfeeeeen! Çok uç, çok anıl! demeye
geldim.
Burada denizler ne güzel mavi ah
bir görsen şimdi! ''O zaman da maviydi
hem ben üzerinden uçtum bile'' deme Hezarfen, aynı yüzyılda yaşamak isteyip
kaçırdıklarımıza böyle takılıyoruz biz; tekneler
hep özgür, denize bak; güpgüzel mavi!
Yazıya
katkılarından dolayı 'Louis Appartements
Galata'ya teşekkür ederim.
Elçin
Gören
3
Nisan 2015
(Bu asıl yazının kısmen düzenlenip kısaltılarak dergiye uygulanmış hali alttadır)